MALZEMELER 3 yumurta 1 avuç dut kurusu 4 adet acı badem 1 avuç kayısı çekirdeği, 1 yemek kaşığı portakal kabuğu rendesi 1 tatlı kaşığı tahin 1 yemek kaşığı tahin yağı yada erimiş tereyağı 1 tatlı kaşığı hindistan cevizi unu ve rendesi 1 yemek kaşığı pekmez ve 1 tatlı kaşığı bal
YAPILIŞI Yumurtanın beyazı ve sarısı ayrılır. İkisi ayrı ayrı çırpılır. Beyazı kar haline getirilir. Çırpılan sarısının içine öğütülmüş dut kurusu, kayısı çekirdeği, acı badem ve diğer bütün malzemeler karıştırılır. Yumurta beyazı da köpüğü söndürülmeden karışıma azar azar katılır ve yağlı kağıt serilmiş tepsiye kaşık ile konulur. Düşük ısıda ısıtılmış fırında pişirilir.
Ne oluyor bu iklime ve güneşe, gün geçmiyor ki enteresan bir olay duymayalım, yeni bir haber gelmesin. Bu haberler çok bilinen kurumlardan geldiği gibi, insanların yaşadığı tecrübeler ve şahit oldukları da neler oluyor dedirtecek cinsten. Nasa 29 Mayıs 2020’de “New Sunspots Potentially Herald Increased Solar Activity” (Yeni Güneş Lekeleri Potansiyel Olarak Artan Güneş Aktivitesinin Habercisi) başlıklı haberi aşağıdaki resimle birlikte yayınladı.
Bir arkadaşımın sosyal medyada aşağıdaki resim ile paylaştığı bir haber ki wired.com sitesinde 11/06/2020 saat 14’de yayınlanan, Matt Simon’a ait “Plastic Rain Is the New Acid Rain” (Plastik Yağmuru Yeni Asit Yağmuru) isimli haber ne olduğuna yönelik bir algı oluşturuyor ama, gerçekte neler oluyor?
PHOTOGRAPH: GETTY IMAGES
Beykoz’un bir köyünde rahatsız edici rüzgarlı bir havada, 2020 Mayıs ayı içerisinde gününü hatırlayamadığım bir gün, 46 yıldır tarım işi ile uğraşan çiftci arkadaşım ile konuşuyoruz, “bu kadar yıldır eker, dikerim böyle bir hava durumu görmedim, esiyor gürlüyor yağmıyor, yağarsada zarar verecek şekilde yağıyor” diyor, ne kadar süredir bu böyle diye soruyorum, “2019 yılı başından beri böyle, bunca yıldır böyle hava görmedim, ürün yetiştirmekte çok ciddi problem yaşıyoruz” diyor. Güneşe bakıyorsun etkisiz, eski parlaklığı yok sanki bir perdenin arkasından gelen ışık gibi, sanki güneş tutulması sırasında güneş ışıkları soluklaşır ya, onun gibi geliyor ışıkları. Güneş enerji, güneş gıda demek ise bütün bunlar çok önemli olsa gerek.
Başkalarıyla konuşurken dikkatlerini çeken birçok unsurdan bahsediyorlar, “balkonlara ve pencere pervazlarına biriken sarı tozlar, oksit sarısı tozlar, yağmur yağarken biriken suyun sarı yeşil arası bulanık renkte olması, perdelerde biriken tozların eskiden gri olması, şimdi kahverengi oksit sarısı olması, arabaların üzerinde biriken oksit sarı kahverengi arası tozlar,…vb gibi, dikkatlerini çekiyormuş. Tek tek anlamsız gibi gelen bu unsurlar aslında neden niçin diye sorgulanması gereken unsurlar olsa gerek ve bu unsurlar bir araya getirildiğinde bütün olaylar birbirine bağlandığında, açıklama ve haberler ile bunların bağlantısı kurulduğunda, belki algının arkasında ki gerçek gerçeğe ulaşmak mümkün olabilir. Böylelikle beynimizin bizi kandırmasına, algılarımızla oynanmasına izin vermeyebiliriz, bunun için düşünmek çok önemli olsa gerek, düşünmeliyiz, fakat bunu bilgi sahibi olarak yapmak için bilgi toplamalıyız, bilgisiz düşünme değil, bilgili düşünmeye vakit ayırt etmek önemli olsa gerek özellikle günümüzde, gerçek gerçeği yani hakikati bu şekilde tespit edebilmek hakiki özgürlük olabilir. Bilgisiz düşünme işleri zorlaştırabilir, gerçek gerçeği bulma noktasında ancak mantık ve hislerimiz ile baş başa kalınır ki, buda yanılma payımızı artırır, yanılma payımızı azaltmak için bilgili düşünmek önemli olsa gerek. Tabii ki şunu da göz ardı etmemek gerekir, düşünmek ancak dile hakim olmak ile mümkün olabilir, onun için çocukların ana dillerine hakim olmalarını, kelime dağarcığın zengin, anlama ve ifade etme güçlerinin yüksek olacağı şekilde eğitimlerine önem vermek çok çok önemli olabilir. Dil olmadan zengin kelime dağarcığı olmadan düşünme mümkün olabilir mi? Hemde bu hakimiyet bilinç altı eşiği atlamayı sağlamaz mı, buda gerçek gerçeği, hakikati daha da kolayca görmeyi mümkün hale getirmez mi? Getirir sanırım, kendimizi korumak istiyorsak da getirmeli, hakikatin üstünü örtmemek kaydıyla.
Bir doktor arkadaş şunları paylaşmış sosyal medyada; “……dünyayı paniğe ve pandemiye sokan işte buydu. Çünkü; adına grip densede, bilinen mevsimsel gribe benzemiyor, sanki kimyasal bir savaşı andırıyordu. Kimse akıl erdiremedi. Karanlık havaya floresan ışık verilerek, havada uçuşanlar, simülasyonla gösterildi. Bunlar virüsmüydü? 3, 4 mikron büyüklüğünde olan virüs; ancak elektronik mikroskopla zar, zor görülürdü. O halde bu uçuşanlar neydi anlaşılamadı. Virüs göktemi, yerdemi, bilim insanları tartışıp duruyordu. Biz; bu uçuşanları, konutların bacalarından çıkan ince beyaz küllere benzettik. Büyüteç ve mikroskop altında inceledik. Gerçektende bir iki mm çapında yassı pul gibi beyaz külleri gördük. Bu toz, kül karışımı ile dolu havayı uzun süre soluyanlarında; nefes darlığı, boğazda yanma, kuru oksürük yaptığını yıllar önceden tesbit etmiştik. Covitin gripten farkı, kuru öksürük, nefes darlığı, yanan; boğaz, akçiğerlerde oksijen saturasyonunda giderek düşme; önemli bulgulardı. Oysa; Virütik gripte; salya, sümük bol balgam olurdu. Önce virüsün akçiğere hücum ettiği düşünüldü. Ne balgamda, ne salgılarda virüs saptanamadı. Mikroskop altında görünen çok küçük beyaz patüküllerin virüs değil, kül tozu olduğu anlaşılsa, iş bu kadar büyümezdi.Kısacası; Covit-19 tablosu; yoğun ve uzun süre kirli hava solunmasından ortaya çıkan, kimyasal savaşı andıran bir hastalıktır. Bunu iddia ediyoruz.” diyor Sayın Dr. Lütfi Daloğlu.
Başka tespitler de var; Meteoroloji Genel Müdürü Güneş, “Şehirlerde nüfus yoğunluğu arttı. Kalabalıklaştıkça vücut ısılarımız ısı adacıklarına yol açıyor. Isınan hava yükselip soğuk havaya çarpıyor ve şiddetli yağış başlıyor” diyor. Bu açıklama bir kısım insanın belki sayın genel müdürün gerçeği olabilir ve olacaktırda. Fakat gerçek gerçek ile hakikat olan ne, işte bunları anlamalı, tespit etmeli, aksi takdirde algılarımız bizi yanıltabilir ve aşırı şiddetli yağışların sorumlusu olarak insanları görür, insanları suçlarız ve suçladığımız insanlarda kendimiz dışında bütün diğer insanlar olur. Herkesin bu şekilde düşündüğü bir toplum düşünün hayal edin, alın size herkesin birbirine kuşku ile baktığı ve suçladığı bir toplum. Hadi açıklama üzerinden gidelim, öylesine yapılmış bir açıklama değil, dikkat edin insanlar diyor, yani suçlu insanlar, suçlu onların oluşturduğu kalabıklar, bu kalabalıklar niye oluştu hangi siyasi ve ekonomik kararların ve politikaların sonucu oluştu bundan bahsetmiyor, bu kararlar ve politikalar sonucu oluşan kalabalıklar demiyor. Sanırım bundan sonra her türlü olumsuz olayın sorumlusunun insanlar ve onların oluşturduğu kalabalıklar algısı bir dünya siyaseti haline gelecek. Peki ne olur ki bundan, çok şey olur, dünya hatta evren üzerinde yapacağınız, kitlelerin lehine gibi gözüken, aslında aleyhine olan her türlü proje, bu sayede meşrulaştırılır, etik ve ahlaki hale getirilir. Meşru, ahlaki ve etik olan büyük çoğunluğun ikna olup kabul ettiği olgudur. Bir olay halkın büyük bir çoğunluğu tarafından kabul görürse o olay meşru, etik ve ahlakidir, kabul görmez ise de değildir. Onun içindir ki halkların çoğunluğun ikna edilmesi meşruluk açısından önemlidir, çünkü aksi suçtur. Hukukta budur. Doğada da işler böyle yürür, doğal denge oluşur yani hukuk oluşur. Doğal denge konusunu başka bir yazının konusuna bırakalım.
23.06.2020 de İstanbul’da hortum haberleri, çok yoğun yağmur ve sel haberleri ile doğa felaketleri haberleri, bunlar ne ilk nede son olacaktır. Bu tür doğa olayları tarih boyunca yaşanmıştır ve yaşanacaktır fakat günümüzde gelinen teknoloji ve bilim sayesinde doğa ve atmosferin manüple edilebileceği ihtimali göz ardı edilmemelidir.
Kendi çektiğim şu fotoğraflarda ilginç acaba doğal olaylar mı, yoksa maniplasyon var mı?
İklim problemi uzun zamandır gündemde tutulduğu, gündemden indirilmediği ve ozon deliği problemi hepimizce malum. Buzulların erimesi, ozon deliği sonucunda fekaletler yaşanabileceği gibi algı operasyonları ile önerilen tek yönlü iklim koruma protokolleri ve antlaşmaları hemen hemen bütün dünya ülkeleri tarafından imzalanmıştır ve buna yönelik protokol ve antlaşma içeriklerini Birleşmiş Milletler vasıtasıyla uygulamaya/uygulatmaya başlamışlardır.
Açıkça ilan edilmeyen konularda olayları, açıklamaları, haberleri, filmleri, belgeselleri, çalışmaları, tarih ve satır aralarını yorumlayarak bir sonuca varmaya çalışabilir, gerçek olan gerçeği yani hakikate ulaşma gayreti içerisinde olunabilinir. Gerçek herkesin kendi aklı ile vardığı düşünce yada doğrudan kabul ettiği olgu ise, hakikat evrenseldir. Dolayısıyla gerçek kim neye inanıyorsa oysa ve herkesin gerçeği kendi inancı ise, bir sürü gerçek olabilir, fakat hakikat tekdir, hakikat evrenseldir. Hakikatin olduğu yerde hakikat ile yol almak, olmadığı yerde gerçekler ile devam etmek daha doğru olmaz mı, topyekün insanlığın selameti için.
Bununla birlikte bazen oldukça açık ifadeler ile de bizi hakikate ulaştıracak, sağlığımız ve var oluşumuz ile ilgili hayati bilgiler gün yüzüne çıkabiliyor, fakat bunlar açıklanması istenilmeyen bilgiler ise sansüre uğruyor, yayınlandıysa siliniyor yada değiştirilebiliyor. Dolayısıyla dünya insanlığı hakikatten uzak gerçekler kılavuzluğunda bilgitokrasi ile yönetilme tehlikesi bireyin yaşam şeklini değiştirecek nitelikte olabilir mi? Olabilirse klavuzlar protokole dönüşürse ne olacak, demokrasi, insan hürriyeti, fikir hürriyeti ne olacak hani demokrasi önemliydi, hani fikir hürriyeti önemliydi, hani özgürlük önemliydi. Hani otoriter yönetim yerine katılımcı yönetim vardı. Yoksa bütün bunlar amaca ulaşmak için birer araçmıydı, kitleler bunun için mi kullanıldı, eğer kullanıydıysa vay halimize, çünkü bir kesim bir kesimi kullanırsa, işi bitince de kaldırır çöpe atar. Topyekün insanlık kullanıldıysa ne olacak, insanlık çöpe mi gidecek? Yeni sistemin yada şirketin adı; Bilgitokrasi, kanunları; hakiki kaynağı belli olmayan Protokoller, çalışanları; bütün dünya İnsanlığı mı? Şirkette işe giremeyenlere ne olacak, çöpe mi gidecek. Eğer öyleyse, dolayısıyla özgürlük, özgür düşünce, insan hürriyeti, insan sağlığı ve yaşamı tehlike altında olabilir mi? Tehlike altındaysa karma ekonomiye, kendi gıdası açısından kendine yeter ev yaşam biçimine, toplum menfaatlerini ön planda tutacak şekilde düşünebilen fikir üretebilen aklını kullanmayı bilen öncelikle meslek/sanat/zanaat sahibi bireyler yetiştirmeye yönelik hakiki eğitime ve sonucunda topyekün insanlık ve doğa menfaatine uygun teknoloji üreten araştırma programlarına, hakiki sağlığı koruma çabalarına, halkın sağlığını koruma vizyonuna sahip protokol ve plasiyer tıp doktorları yerine hakiki hekimler yetiştirme misyonu, küçük ve orta ölçekli işletmelerin önünü açan, birleştirici bütünleştirici dayanışmayı öne alan, bireyselcilik yerine 3 kuşağın bir arada olduğu büyük aile olmayı sağlıyacak politikalara, en ücra köşeye kadar ulaşmış ekonomik, konforlu, emniyetli, hızlı deniz ve demiryolu toplu yük/yolcu taşıma sistemlerine dönmek gerekmez mi? Bunlar yanlış mı? Doğruysa ne büyük değerler değil mi? Bir toplumu mutlu edecek, birlik, sağlık ve huzur içerisinde yaşamasını sağlıyacak değerler diyebilirmiyiz. Fakat bütün bunları yapabilmek ancak ecnebi komisyon karar ve tavsiyeleri ile yönetilen değil, gerçek milli menfaatlere uygun politikalar ile yönetilen milli eğitime sahip olmak gerekmez mi? Aksi takdirde başka milletlerin menfaatlerine hizmet edilmez mi?
Tekrar konumuza dönecek olursak; iklim değişikliği konusu ve ozon deliği meselesi yıllardır dünya gündemini meşgul ediyor ve herkesin artık ezberlediği bi konu. Bu konuda yapılan oldukça fazla sayıda uluslararası antlaşma ve protokol var. Bu antlaşmalardan en önemlilerinden birisi Montreal protokü olup diğerleri de Viyana Sözleşmesi, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, Kyoto Protokolü, Paris Antlaşması’dır. Bu antlaşmaların gizli olmayan herkese açık olan maddeleri internette rahatça bulunabilir ve incelenebilir. Peki açıklanmayan gizli tutulan maddeler ne olacak, işte iş burada düğümleniyor, bunları ortaya çıkarabilirsek gerçekte amaçlanan nedir bunu ortaya çıkarabiliriz, peki bu bize ne sağlar; stratejimizi belirlemeye yarar. Burada niye gizli madde olsun ki denebilir; eğer büyük kitlelerin tepkisini çekecek içerikler varsa, pekala bunlar gizli tutulabilir. Dolayısıyla resmi açıklamalar, haberler, bildiriler, vs gibi işitsel ve görsel olarak algıladıklarımızı birbirine bağlayarak gerçek gerçeği hatta hakikati ortaya çıkarmaya çalışmak gerekmez mi, bu bir varoluş meselesi değil midir? Tarihe not düşme meselesi değil midir?
Bütün çalışmalar iklim değişikliği sorunun Jeoloji Mühendisliği (Geoengineering) kapsamında ele alındığını gösteriyor ve çözüm için mühendislik yaklaşımı öneriliyor; bunu da ikiye ayırıyorlar; Karbon Jeoloji Mühendisiliği (Carbon Geoengineering) ve oldukça yeni bir konu olan Güneş Jeomühendisliği (Solar Geoengineering). Bütün bu iklim antlaşmaların ve protokollerin açık olan kısımlarını incelediğimizde bütün olaylar Karbon Jeoloji Mühendisliği etrafında dönüyor ve olay sera gazlarına ve onun azaltılmasına, yerine zarar vermeyen gazların kullanılması konularına dayandırılıyor ve Karbon Jeomühendisliği kapsamında çözüm aranıyor. Halbuki iklim çalışmaları altında Solar (güneş) Jeomühendislik kapsamında da çalışmalar yapılmasına rağmen, çözümlerin ne olduğu ve bu konuda neler yapıldığı açıkca ifade edilmiyor. Bu konuda ufak bir araştırma çok önemli araştırma fonları olduğu ve araştırma programları oluşturulduğu görülüyor, önemlilerden birisi “Harvard’s Solar Geoengineering Research Program” Bu programın sitesinde program amacı şu şekilde veriliyor; “Jeomühendislik, çevreyi manipüle edebilen ve iklim değişikliğinin bazı etkilerini kısmen dengeleyebilecek bir dizi yeni teknolojiyi ifade eder. Özellikle güneş jeomühendisliği, emisyonları azaltmak (hafifletmek) veya değişen bir iklimle (adaptasyon) baş etmek yerine geçemez; ancak bu çabaları destekleyebilir.” denmekte. Tabii burada da, çok açık ifadeler bulmak mümkün değil ama dikkatle bütün çalışmalar ve projeler incelendiği zaman ipuçları yakalanabilmekte. Yine burada solar jeomühendislik ile ilgili şu ifadeler yer alıyor: “Güneş jeomühendisliği; güneş ışığının küçük bir kısmını uzaya geri yansıtmayı veya gezegeni soğutmak için uzaya kaçan güneş radyasyon miktarını artırmayı amaçlamaktadır.” Karbon jeomühendisliğinin aksine, güneş jeomühendisliği iklim değişikliğinin temel nedenini ele almamaktadır. Bunun yerine, konsantrasyonlardan sıcaklıklara olan bağı koparmayı ve böylece bazı iklim hasarlarını azaltmayı amaçlamaktadır.
Solar Geoengineerin eğer iklim değişikliğinin hasarlarını azaltmayı amaçlıyorsa, iklim değişikliği ve sonucunun vereceği zararları hafifletmek yada ortadan kaldırmayı amaçlıyan bu kadar iklim sözleşmesi ve protolünün sadece karbon konusuna değinmesi ve bu konuda önlem alması mantıklı mı, muhakkak bu kadar çalışmaya solar jeoengineering ile ilgili maddelerde vardır ve hatta belki de ağırlık budur, hatta belkide iklim değişikliği solar jeoengineering çalışmalarını perdelemek ve ulusal devletleri ikna etmek için bir araç olabilir mi? Neden olmasın? Bilim positif amaçlar için kullanıldığı gibi, negatif amaçlara da hizmet etmiştir, sonuçta bi tarafa positif fayda sağlarken, diğer tarafa negatif etki etmiştir. Onun içinde bu tür soruların cevaplarını tarihe bakarak bulmak ve yorumlamak gerekse. Yine buna bir örnek ve konumuz ile alakalı Harvard’nın sitesindeki şu sözler üzerinde düşünülmesi gereken yazılar “İklim modelleri; güneş jeomühendisliğinin, ılımlı bir şekilde kullanıldığında ve emisyon kesintileriyle birleştirildiğinde, dünyadaki iklim değişikliklerini azaltma potansiyeline sahip olduğunu sürekli olarak göstermiştir. Örneğin, aşırı sıcaklıklar, suyun mevcudiyetindeki değişiklikler ve tropik fırtınaların yoğunluğu gibi iklim etkilerini azaltabilir” Ne demek şimdi bütün bunlar; “ılımlı bir şekilde kullanıldığında” diyor, peki ılımlı kullanılmama durumunda ne olacak, demek ki ılımlı kullanılmama durumu da var, düşündürücü? Şu kısa cümle o kadar çok şey söylüyor ki; aşırıcı sıcaklıklar, suyun mevcudiyetindeki değişikler ve tropik fırtınaların yoğunluğu gibi iklim etkilerini azaltabilecekmiş, azaltabilecek bir teknoloji artırır da değil mi? Aksi yönde silah olarak kullanılmayacağını kim garanti edebilir, üstelik karşı taraf saldırının nereden geldiğini bilemiyeceği için gayet güzel saldırı amaçlı silah olarak da kullanılabilir, sonuçta doğa olayı, değil mi?
Harvard’nın Geoengineering sitesinde şöyle bir proje var: Loretta MICKLEY tarafından sürdürülen bu proje ile stratosferik aerosol enjeksiyonun küresel oksidatif kapasite üzerindeki etkilerini belirlemek amaçlanıyor; yani yüzeydeki soluduğumuz hava kalitesi ve radyatif zorlama (etki) çıkarımlarına ulaşmak hedefleniyor (EFFECT OF STRATOSPHERIC AEROSOL INJECTION ON GLOBAL OXIDATIVE CAPACITY: IMPLICATIONS FOR SURFACE AIR QUALITY AND RADIATIVE FORCING). Bu arada meteroloji genel müdürlüğün sitesinden; atmosferdeki ozonun %90’nın stratosferde bulunduğunu ve bunun iyi huylu ozon olduğunu anlıyoruz, kötü huylu ozonun (%10) ise troposferde olduğunu yine aynı sitede şekil üzerinde görebilirsiniz. İyi huylu, kötü huylu ne demekse bu? Böyle bir ifade duyduğum yada okuduğum zaman acaba bazı olumsuz çalışmalar, bu ifadenin arkasına mı saklanacak diye şüphe duymaktan kendimi alamıyorum ve kuşku ile yaklaşıyorum. Bu bilgi araya girmiş gibi oldu ama projede stratosferden bahsettiği için ve olaylar ozon etrafında döndüğü için bu bilgi önemliydi, bu kadar söyleyip bırakalım.Tekrar projeye dönecek olursak proje başlığı ilginç; kelimeler ve anlamları çok önemli, ne demek aerolsol enjeksiyonu; aerosol günlük hayattaki tabiri ile itici gaz demek ve bütün basınçlı tüplerde itme görevi için mevcut ve bunların atmosfer üzerindeki etkileri hepimizce malumumuz. Peki burada bundan mı bahsediyor, kesinlikle hayır. Birde aerosollün tanımına bakalım, google’a soracağım direkt. “Aerosol, havada asılı durabilen ve atmosferde bulunan, su ve buz parçaciklarının haricinde kalan parçacıkların tamamıdır, boyutlari cap olarak 0.003 mikrometreden 100 mikrometreye kadar olabilir”, bu tanımı alabiliriz sanırım, sis ve bulutlar da aerosol olarak tanımlanabilir, yani toplu görüntüsü sis ve bulut şeklinde olacaktır. Proje başlığına dönecek olursak strasfore aerosol enjeksiyonu dediğine göre herhalde bizim yeryüzünde kullandığımız spreylerden, basınçlı tüplerin kullanımından kaynaklanan püskürtmeden bahsetmiyor, enjekte etmekten bahsediyor üstelik stratosfere enjekte etmekten bahsediyor, enjeksiyon planlı ve bilinçli bir şekilde bir maddenin başka bir madde içerisine yerleştirilmesi ise, ne yani neyin etkisini ölçüyoruz, araştırıyoruz. Bir eylem mi var ki etkisini ölçüyoruz, siz eylem olmadan bir şeyin etkisini ölçebilirmisiniz, ne yani stratosfere aerosol mu enjekte ediyorsunuz ki, bunun hava kalitesi üzerindeki etkilerini araştırıyorsunuz, üstelik yüzeydeki yani soluduğumuz havanın zararlı etkilerini, bununla da kalmayıp yüzeydeki ışıma etkisini de araştırıyorsunuz, ne yani radyaktif etkide mi mevzubahis. Yoksa stratosfere aerosol püskürtme ile birlikte elektromanyetik radyasyon birlikteliğinin birlikte kullanıldığı bir teknolojiden bahsedebilirmiyiz? Ustelik bu projenin içeriğinde ilgi konunun sağlığa olan etkilerinin araştırılmasından da bahsedilmekte.
Aynı bölümde LUCAS STANCZYK tarafından yürütülen diğer enterans bir projede şu: THE ETHICAL AND POLITICAL DIMENSIONS OF SOLAR GEOENGINEERING ( Güneş Jeomühendisliğin Etik ve Politik Boyutları) Proje amacı kısaca şu şekilde veriliyor; “Uygulanabilir ve nispeten ucuz bir jeomühendislik yöntemi geliştirme beklentisi, birçok önemli etik ve politik soruyu gündeme getirmektedir. Örneğin, eğer dünya gelecek nesiller tarafından doğru bir şekilde yapılandırılacaksa, jeomühendislik teknolojisi hangi amaçlarla kullanılabilir? Jeomühendislik olasılığı, zengin ülkelerin sanayileşen dünyada temiz enerji sistemleri inşa etme maliyetini ödemelerine yardımcı olma sorumluluğunu nasıl etkiliyor? Büyük ölçekli jeomühendisliğe izin verilip verilmeyeceğine kimin karar verme hakkı vardır ve meşru bir dağıtım süreci neye benzeyecektir? (Burada “meşru dağıtım süreci” altı çizlmesi gereken kelimelerdir, konumuz sebebiyle) Jeomühendislik teknolojilerini geliştirmenin en önemli tehlikeleri nelerdir ve bu tehlikeler jeomühendislik ile ilgili araştırmaların nasıl finanse edilmesi ve yürütülmesi gerektiğini nasıl etkiler?”, demek ki ortada bir teknoloji var, her ne kadar araştırma programı gibi gösterilsede, bu proje bunun ispatıdır. Teknoloji var ki geçtik herşeyi, etik ve politik boyutları ele alan bir proje var, demek ki her şey teknik olarak halledilmiş, işin sosyal boyutu ele alınıyor. Burada ki okumayı ben şu şekilde yapıyorum, uygulanabilir nisbeten ucuz bir jeomühendislik teknolojisini hangi amaçlar ile kullanacağız, eğer olumsuz amaçlar için kullanacak isek bunu nasıl ahlaki ve insanlığın faydasına diye sunacağız, bu teknolojiyi uygularken ne tür engelleyici tehlikeler olabilir ve bunlara karşı nasıl önlem alırız? Bu teknolojiyi kullanırken ulus devletleri nasıl ikna edeceğiz, büyük ölçekli projelerin uygulama kararı kime ait olacak?(ilgili devlet mi, BM, WHO vs gibi… kim?) Meşru bir dağıtım sürecini nasıl oluşturacağız, demek ki bütün bölgelerde bütün devletler üzerinde uygulanacak bir proje ki böyle söyleniyor. Ayrıca bu teknolojinin geliştirilmesi ve sürdürülmesinde finansman tehlikeleri belirleyelim ki finansal problemler yüzünden projenin uygulaması aksamasın, buna örnek olarak ekonomik dar boğazda olan ülkelerin gerekli mali kaynak ayıramadığı için projenin uygulanabilirliğinin tehlikeye düşmesi verilebilir. Burada teknoloji ve finansman kelimelerinin altını çizmek istiyorum, bu ülkemizi irdelerken bazı ip uçları verecektir.
Kaynaklar beşinci sırada verilen web sayfasında “Gezegeni Soğutmak İçin Büyük Gökyüzü Planı Başlıklı Makale” oldukça ilginç, aslında makale Wall Street Journal’da 16 Şubat 2018 de yayınlanmış, oradan özetleme yapılmış bu yazıda. Yazıda şunlar oldukça ilginç; “1965’te, ABD başkanına küresel ısınmanın etkileri hakkında sunulan ilk raporda; Başkan Lyndon Johnson’a önerilen tek çözüm güneş jeomühendisliğiydi ve okyanus yüzeylerini büyük ölçekte aydınlatmaya çalışılması önerilmişti. Fakat o zamandan beri, bilim adamları dikkatlerini büyük ölçüde okyanuslardan gökyüzüne kaydırdılar. En göze çarpan ve yaygın olarak tartışılan temel şema, üst atmosferde küçük yansıtıcı parçacıkların (tüycüklerin) yayılmasını içerir. Peki bunun işe yarayacağını nasıl biliyoruz? Doğa bu konuda geniş bir emsal sağlar. Büyük volkanik patlamalar genellikle küresel ortalama sıcaklıkları önemli ölçüde azaltmıştır. Filipinler’deki Pinatubo yanardağı patlaması 1991 yılında stratosfere yaklaşık 20 milyon ton sülfür dioksit fırlattı. Sonuç olarak, 1992’deki küresel ortalama sıcaklıklar neredeyse 1 derece daha düşüktü. Ancak volkanik patlamalar, hızlı ve geçici bir küresel soğutma sağlayan tipik olarak bir defaya mahsus olaylardır. Sıcaklıklar bir müddet sonra önceki seviyelere döner. Güneş jeomühendisliği daha bilinçli ve uzun vadeli bir yaklaşım gerektirecektir”, diyor makale, ilginç değil mi?
Sadece Harvard’nın geoengineering sitesindeki makaleler, projeler, haber yazıları çok şey anlatıyor, başka çokca yayın ve kaynak var, ama ben burayı referans olarak aldım, burayı referans almamdaki sebelerden biri yine burada ki önemli projelerden biri olan (GOVERNANCE FOR THE STRATOSPHERIC CONTROLLED PERTURBATION EXPERIMENT (SCOPEX)) STRATOSFERİK KONTROLLÜ PERTÜRBASYON DENEMESİ (SCOPEX) isimli projeye hayır için işler yaptığını iddaa eden ve bir çok şaibeli projeler gerçekleştiren ön vitrine konmuş Gates vakfı ve bir çok diğer önemli vakıf ve kişi tarafından fon sağlanmış olması. Şu bir gerçek ki bu adamlar su karbon döngüsünün güneş ile bağlantısını buldular ve ekoloji üzerinde tam bir kontrol gücünü elde etmişe benziyor ve bunun bütün deney ve testlerini yapıyorlar, tabii soru şu ki bu gücü silah olarak insanlık üzerinde kullanacaklar mı, malesef bütün işaretler kullanacakları yönünde, tarihsel geçmiş olaylar da bunu destekliyor.
Kaynaklar 6. sırada verilen yine Harvard’a ait sitede oldukça ilginç cümleler var, fakat şunu söylemeden geçemiyeceğim şöyle bir ifade oldukça dikkat çekici;”Filipinler ve diğer gelişmekte olan bir ülkedeki bilim insanlarına ve karar vericilere güneş jeomühendisliğinin riskleri, faydaları ve yönetimi konusunda araştırma yapmak için en az iki ülke çalışmasını finanse edin” bu ikinci ülkenin Türkiye olduğunu söyleyemem, ama siz olmadığını söyleyebilirmisiniz?
Harvard’ın Güneş Jeomühendisliği Araştırma Programının kimler tarafından finanse edildiğinin listesini kaynaklar 7.sırada verilen site sayfasında görebilirsiniz, bu kadar kişi ve vakıf buraya toplandığına göre bu iş göründüğünden de büyük olsa gerek ve bu iş göründüğünden büyük olduğu gibi strasfore aerosol enjeksiyonu bu üst projenin parçalarından biri gibi duruyor, bunu destekleyen unsurlar Harvard’nın web sitesinde şu şekilde yer alıyor (1); “Önerilen birkaç güneş jeomühendislik teknolojisi vardır. Bunlar arasında deniz bulut parlatma, cirrus bulut inceltme, uzay tabanlı teknikler ve stratosferik aerosol saçılması yer alır; Deniz bulutunun aydınlatılması, daha fazla güneş ışığını uzaya geri yansıtmak için deniz bulutlarını aydınlatmaya çalışacaktır. Cirrus bulut inceltme; yeryüzünden uzaya (burada uzaydan kastedilen iyonosfer ve iynosferden yansıyarak tekrar dünya ya) daha fazla uzun dalga radyasyonu yaymak için, yüksek irtifa cirrus bulutlarını inceltmeye çalışır. Uzay tabanlı teknolojiler, güneş kalkanlarını uzaya yerleştirerek güneş ışığının küçük bir kısmını dünyadan uzak tutmaya çalışır.(küçüğünü uzak tutuyorsa büyüğünüde uzak tutabilir). Son olarak, stratosferik aerosol saçılması; üst atmosfere sülfat aerosolleri veya belki de kalsiyum karbonat gibi küçük yansıtıcı parçacıkları saçarak, güneş ışığının bir bölümünün uzaya geri yansıtılması.” Demek ki işin içinde aerosol saçılması ile birlikte bir takım elektromanyetik dalgalar ve diğerleri var.
Burada ki önemli husus şu; bu çalışmalar, araştırmalar, test ve deneylerin sonuçlarından nasıl yararlanılacak, positif mi, negatif yönde mi? Diğer bir soruda şu; Harvard da yapılan bütün bu büyük bütçeli araştırma programları, araştırma boyutunda mı, yoksa bütün bunların yapılabildiği bir uygulanabilir teknoloji varda, daha da geliştirmeye mi çalışılıyor? Bu kadar büyük bir bütçeye sahip olduğuna ve bu kadar büyük ve önemli bir bağışçı kitlesine sahip olduğuna göre, ikinci seçenek daha makul duruyor, fakat yine de böyle bir teknoloji var mı sorusunun cevabına, Türkiye’de durum ne, onu irdeledikten sonra dönelim.
Öncelikle Türkiye yukarı da adı geçen bütün iklim sözleşmeleri ve protokollerini imzalamıştır, bunu Dış İşleri Bakanlığı ve Çevre Şehircilik Bakanlığı web sitelerinden anlıyoruz, bu sitelerde bu antlaşma ve protokollerin özeti var, tam içerikleri elimizde olmadığı için satır aralarını okuyarak ve duyduklarımızı birleştirerek, yorumluyarak sonuca varmaya çalışacağız. Bu antlaşmalar incelendiğinde görünen; sera gazlarının azaltımı ve alternatiflerinin oluşturulması amaçlanıyor gibi gözküyor, eğer sorunun çözümü bu kadarsa, o zaman niye bu kadar çok antlaşma, protokol, çalışma yapılıyor ve büyük teşkilatlar kuruluyor? Şurası daha da ilginç; 1994 yılında yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (BMİDÇS) hâlihazırda 197 ülke taraftır ve Sözleşme kapsamında gelişmiş ülkeler ve Ek-I’de yer alan diğer taraflar sera gazı emisyon azaltımı yapmakla; gelişmiş ülkeler ve Ek-II’de yer alan diğer taraflar da diğer ülkelere mali destek sağlamakla yükümlüdür, denmektedir.Sözleşme yürürlüğe girdiği esnada Türkiye her iki ekte de yer almış olup, 2001’de gerçekleştirilen 7. Taraflar Konferansı’nda alınan 26/CP.7 sayılı Kararla Türkiye’nin adı BMİDÇS’nin EK-II listesinden çıkarılmış fakat özel şartları kabul edilerek EK-I listesinde kalmıştır. Kyoto Protokolü, 1997 yılında kabul edilmiş ve 2005 yılında yürürlüğe girmiştir. Protokolde, Ek-I taraflarına sayısallaştırılmış emisyon azaltım hedefleri belirtilmiştir.
Türkiye 5386 Sayılı Kanun’un 5 Şubat 2009’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kabulü ve 13 Mayıs 2009 tarih ve 2009/14979 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’nın ardından, katılım aracının Birleşmiş Milletlere sunulmasıyla 26 Ağustos 2009 tarihinde Kyoto Protokolü’ne Taraf olmuştur.
Kyoto Protokolü kabul edildiğinde BMİDÇS tarafı olmayan Türkiye’nin, Ek-1 ülkesi olmasına rağmen Protokol kapsamında sayısallaştırılmış emisyon azaltım taahhüdü bulunmamaktadır.
Paris Anlaşması, temel olarak Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne dayanmaktadır ve Kyoto Protokolü’nün sona erme tarihi olan 2020 sonrası iklim değişikliği rejimini düzenlemeyi amaçlamaktadır.
Ülkemiz Paris anlaşmasına yönelik olarak ulusal katkı niyetini 30 Eylül 2015 tarihinde Sözleşme Sekretaryasına sunmuştur. Türkiye’nin ulusal katkı niyetinde, sera gazı emisyonlarının referans senaryoya (BAU) göre 2030 yılında %21 oranına kadar artıştan azaltılması öngörülmüştür. Önce Türkiye Paris Antlaşmasına henüz taraf olmamıştır, bu konuda iki hususun çözülmesine odaklanmaktadır; Birinci Husus: Türkiye’nin finans ve teknoloji desteklerine erişebilmek bakımından kendisi ile benzer konumdaki ülkelerle aynı şekilde muamele görmesi. İkinci Husus: Türkiye’nin ekonomik büyüme, nüfus artışı gibi ölçütler dikkate alındığında mutlak emisyon azaltımı yapması imkansızdır. Bu hususların kayıt altına alınması gerekmektedir, denmektedir. Görülüyor ki Türkiye’nin herhangi bir sera gazı azaltım taahhüdü yoktur, sadece 2030’a kadar sera gazlarının artışından %21 azaltım ulusal katkı payı taahhüdü var, komedi gibi. Ve ülkemiz, Paris Anlaşması’nı, 22 Nisan 2016 tarihinde, New York’ta düzenlenen Yüksek Düzeyli İmza Töreni’nde 175 ülke temsilcisiyle birlikte imzalamış ve Ulusal Beyanımızda Anlaşma’yı gelişmekte olan bir ülke olarak imzaladığımız vurgulanmıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin Sera Gazlarını azaltma ile ilgili herhangi bir taahhüdü yoktur, o takdirde başka ne var ki biz antlaşmaların içerisinde konu ile ilgili büyük teşkilatlar kuruyoruz ve gelişmiş ülkelerden finansman, teknoloji transferi ve kapasite geliştirme taahhütlerini yerine getirmesini bekliyoruz. Niye finansmana ihitiyaç duyuyoruz, hangi teknoloji transferini bekliyoruz ve neyin kapasitesini geliştirmeye çalışıyoruz? Peki Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü bünyesinde bulunan İklim Değişikliği ve Hava Yönetimi Koordinasyon Kurulu ne yapıyor? Bu kurulun alt çalışma grupları şu şekilde veriliyor.
1. Sera Gazı Emisyon Azaltımı Çalışma Grubu
2. İklim Değişikliğinin Etkileri ve Uyum Çalışma Grubu
3. Sera Gazı Emisyon Envanteri Çalışma Grubu
4. Finansman Çalışma Grubu
5. Teknoloji Geliştirme ve Transferi Çalışma Grubu
6. Eğitim, Bilinçlendirme ve Kapasite Geliştirme Çalışma Grubu
7. Hava Yönetimi Çalışma Grubu
Bu çalışma grupları ile antlaşma ve protokollerilerini karşılaştırınca sera gazı emisyonu ile ilgili çalışma grupları mantığa uygun görünüyor, fakat antlaşmalarda bir cümle ile geçen teknoloji geliştirme ve transfer çalışma grubu, kapasite geliştirme ve finansman çalışma, Hava Yönetimi grubu kapalı birer kutu olarak kalıyor, bunlardan neler kastedildiği yeterince açık değil. Sera gazı azaltım taahhüüdümüz olmadığı da düşünülürse. Anadolu Ajansının şu haberi de enterans akla başka soruları getiriyor, altta linkini bulabilirsiniz; burada iki haber dikkat çekici, birincisi bu kadar ozon deliği ile ilgili yaygaradan sonra ozon deliğinin küçülmeye başlaması haber yapılmış, demek ki amaçlanan projeler uygulanıyor ki ozon deliğinin küçüldüğü haberi yapılıyor, (ozon delindi ve delik büyüyor insanlık tehlike altında haberlerini hatırlayınız). ikincisi Türkiye’ye UNEP tarafından 2012, 2014 ve 2016 yıllarında “Ozon Tabakasını Koruma Onur Madalyası” verilmiş. Biz Türkiye olarak ne yaptık ki bu madalyaları aldık? Neyse burada keselim Ülkemiz ile ilgili durumu. Burada şu yapılmıştır, ozon deliği oluştu, büyüyor yaygarası ile bütün dünyada gerekli yasal alt yapı oluşturulmuş ve yapılmak istenen uygulamaya geçilmiş, sorunsuz bir şekilde uygulandığı ve uygulamaya devam edildiği için de ozon deliği kapanmaya başladı, haberleri yapılmaya başlanmıştır, eğer herhangi bir yerden bu çalışmaları engelleyici bir çaba gelecek olursa ozon deliği tekrar büyüme başlayacaktır ve bunun sorumlusu da engelliyenlerdir denecektir, engelliyenler her nekadar insanlık için meşru bir şey yapsalarda, gayrimeşru duruma düşürüleceklerdir. Eğer büyük bir çoğunluk uyanacak olurda deşifre olursa bu negatif projeler, o zaman da geri adım atacaklar ve başka bir şekilde başka bir yerden projelerini uygulamaya geçeceklerdir, bu böyle olmuştur tarih boyunca, her konuda. İklim antlaşmaları ve ülkemiz ile ilgili şu çelişkiyide söylemeden geçemeyeceğim; Yahu bu kadar iklim ile ilgili yaygara koparılıyor, iklim ve çevre üzerinde bariz bir şekilde negatif etkisi olan doğayı yok etmenin zararlarından, doğayı korumak üzerine tedbirlerden bahsedilmiyor, bununla ilgili önlem yok. Asıl problem olan orman, ova, mera, yayla ve temiz su kaynaklarının yok edilişinden bahseden yok, bunlara karşı önlem yok. Var mı? Olsaydı Türkiye iklim çalışmalarına karşı gösterdiği işbirliğinden dolayı teşekkür yanında eleştiride alırdı herhalde. Bu konuda kaynak göstermeye gerek yok sanırım, sonuçta her yerde önceki hali, şimdi ki hali diye bolca fotoğraf var. Yok etmenin yanında birde betonlaşma, gelecek kuşaklar ne düşünecek acaba, bunca doğaya karşı yapılan ihanet karşısında. Halbuki doğa toprak üstünde verdikleri ile yeter, ki iyi yönetilsin, toprak altını kazmadan insanlığın neredeyse bütün ihtiyaçlarını vereceğini göstermiştir. Toprak altındakiler sayesinde sürekli bir döngü ile ihtiyaçları karşılamak varken, yok etmek niye. İşte bütün bunları ele almayan iklim ve çevre antlaşmaları ve protokolleri. Hatta son sürat tahrip etmeye devam eden, o tahrip edenleri de tahrip etmeye yönelik projeler, nasılsa doğa kendini yeniler, daha iyisini yapmak için öncekini tamamen yıkmak ve tahrip etmek gerekir anlayışı ve düşüncesi. Sakat ve sapık düşünceli bütün dünyayı kendilerine ait olduğunu düşünen azınlığın, çoğunluğun başına bela olması. Bunu yaparken de her türlü meşrulaştırılmış yolu kullanması. Bu meşrulaştırma bilim sayesinde öyle güzel yapılıyor ki sonuçta insani duygular ile insani şeyler yapmak isteyenlerin gayrimeşru kaldığı bir dünya çıkıyor ortaya. Gelecek kuşaklar belkide insani duygu nedir bilmeyecekler bile, eğer bileceklerse mutsuz olacaklar ve geçmiş kuşaklara lanet okuyacaklardır. Bilim kimin ne amacı varsa ona hizmet eden çok üstün bir olgudur. Bilim sayesinde siz hastalıklar sonucu tedaviye ihtiyaç duyanları tedavi edebileceğiniz gibi, tersinide yapabilirsiniz, üstelik ikna olmuş bilim insanları ve ikna olmuş kitleler vasıtasıyla. İkna olmuş kitlelerin retorik ile nasıl yaratılacağı konusunu retorik yazısında görmüştük, buna birde ikna olmuş eğitimsiz eğitimli dünya siyasi ve ekonomik sistemini anlamayan tarih bilmeyen hakikatten bi haber, kendi öğretilmiş gerçeği ile hareket eden bilim insanlarını eklerseniz, çok rahatlıkla eğitimli eğitimsiz bütün bir kitleyi ikna edebilirsiniz, fakat buna rağmen ikna edemiyeceğiniz aklını kullanan, sorgulayan, inceleyen, mantığını kullanan bir kitlede olacaktır, onlar içinde yasaklar getirir ve zorlamaya tabii tutarsınız. Bu sayede bir halkın, bir toplumun, bir milletin kendi kendini imha etmesini sağlarsınız.
Yukarıda; peki bunlar araştırma projesimi yoksa bunları yapabilecek hali hazırda bir teknoloji var mı diye sormuştuk? Bunun cevabını arayalım ve konuyu daha fazla uzatmadan bitirelim. 11/08/1987 yayın tarihli 4686605 nolu patent oldukça ilginç bu noktada. Patent çok uzun ve çok detay var, fakat burada başlık ve son paragraf sonuç kısmından bazı cümlelere yer vermek istiyorum.
Patent başlığı ve açıklaması: “Dünyanın atmosferi, iyonosfer ve/veya manyetosferdeki bir bölgeyi değiştirmek için yöntem ve aparat; Normal olarak dünyanın yüzeyinin üzerinde bulunan en az bir seçilmiş bölgeyi değiştirmek için bir yöntem ve aygıt. Bölge yüklü parçacık yoğunluğunu artırmak için elektron siklotron rezonans ısıtması ile uyarılır. Bir düzenlemede, dairesel olarak polarize edilmiş elektromanyetik radyasyon, değiştirilecek plazma bölgesi boyunca uzanan bir alan çizgisine esasen paralel bir yönde ve boyunca yukarı doğru iletilir. Radyasyon yüklü parçacıkları ısıtmak ve hızlandırmak için elektron siklotron rezonansını uyaran bir frekansta iletilir. Bu enerji artışı, daha sonra bölgenin bir parçası olarak emilen nötr parçacıkların iyonlaşmasına neden olabilir, böylece bölgenin yüklü parçacık yoğunluğunu arttırır.” Peki bu ne demek iyonize radyosyon anlamına mı geliyor, öyle ise bununla bütün enerji sistemleri istenilen bölgede devre dışı bırakılabilir mi? Bunu daha önce Türkiye olarak yaşamış olabilirmiyiz? O takdirde istenilen bir bölgede ısı artışı yolu ile tahribat yapılabilir mi, yangınlar çıkarılabilir mi, herhangi bir madde buharlaştırılabilir mi? Atmosfere enjekte edilen bir takım nano parçacıklar bu yol ile yönetilebilir mi, herhangi bir amaç için, bu şekilde güneş ışınları kontrol edilebilir mi, bulutlar oluşturulup yönetilebilir mi? Star Trek IV The Voyage Home filminin 20,10 dakikasından itibaren şu diyaloglar ilginç olsa gerek,” ………. -Alaska’da bulutlanma %95 arttı, -Tokya tamamen bulutların altında kaldı, -Leningrad’da elektrik diye bir şey kalmadı bulutlanma %100, -Isı hızla düşüyor, -Gezegenin %78,6 sı bulutlar altında, -Elde kalan bütün gücü gezegenin enerji silolarına aktardık, -Kırmızı alarm, -Depolanmış enerjimiz olsada, -Güneş olmadan yaşamayız.” Dünyaya yaklaşan gemilere başkan tarafından geçilen anons ise; “-Dünyaya yaklaşmayın, yörüngedeki bir gemiden yayılan sinyaller gezegene çok büyük hasar veriyor, atmosferimiz neredeyse tamamen iyonize edilmiş durumda, bütün güç kaynaklarımız çöktü, depolanmış enerji ile idare ediyoruz, dünya yörüngesindeki tüm gemiler enerjisiz kalmış durumda, bu sinyaller okyanuslarımızı buharlaştırıyor, yok olmak üzereyiz, yaklaşmayın, enerjinizi koruyun, kendinizi koruyun.” Ne dersiniz patentin sadece başlığında verilen tanımlama bile bütün bunları yapabilecek teknolojiyi tarif etmiyor mu? Peki bu bir teorik buluş ve araştırma sonucunun patentlenmesi mi, yoksa bu iş ile ilgili ekipmanlarda imal edilmiş mi, diye düşünebilirsiniz, patent başlığı bunun bir yöntem ve aparatı diye verdiğine göre; bu teknoloji bir takım aparatlar ile uygulan bir yöntem. Tek başına aparat bir anlam ifade etmiyebilir, ama aparatlar bir araya getirilerek profosyonel ellerde uygulanacak yöntem ilginç sonuçlar doğuracağa benziyor. Peki başka bir akla gelecek soruda bunu yaparlarsa bütün gezegen etkilenir, yapanlarda zarar görür, bu konuda yine başlığa dönersek, ne diyordu; “…en az bir seçilmiş bölgeyi değiştirmek için……”, demek ki bölgesel uygulanabilecek çok yönlü bir teknolojiden ve yöntemden bahsediyoruz ve amaca göre kimine fayda, kimine zarar verecek bir yöntem. Zarar görenlerin, zararın nereden geldiğini anlayamaması gibi durumlarda olayın asıl ürkütücü yanı, doğal olaylar olarak açıklanabilecek bir çoğu Yukarda Nasa’nın güneş ile ilgili açıklamalarını okudunuz, “29 Mayıs 2020 de güneşteki patlamadan söz ediyor, radyosyon patlaması olarak verilen bu haber dünyayı etkilemez ama yoğun olursa etkileyebilir” diyor,alın size yapılanları perdelemek için doğal bir sebeb, peki inanacak mı buna toplumlar; retorik uygulanan ve etkisi altında kalan toplumlar hiç şüphesiz inanacaklar. Yine aynı film serisinin devamında ki filmlerden birinde şu sözler de hayli ilginç, “Gezegenin halkalarındaki (atmosfer tabakaları) yoğunlaşmalar bunu gerçekleştiriyor, bu halkalara bir şeyler enjekte edip reaksiyonu başlatacaklar, gezegen yaşanmaz hale gelecek” nasıl, bir yerlerden tanıdık geldi mi?
4686605 nolu patentte tekrar dönecek olursak alın size sonuç kısmından bazı cümleler: “Bu buluş, olağanüstü olası sonuçlara ve gelecekteki potansiyel gelişmelere sahiptir. …………………..… Ayrıca, atmosferin büyük bölgeleri beklenmedik derecede yüksek bir yüksekliğe kaldırılabilir. ………….… Hava modifikasyonu; örneğin, bir lens veya odaklama cihazı olarak hareket edecek bir veya daha fazla atmosferik parçacık tüyü (aerosoller) yapılarak, üst atmosfer rüzgar modellerinin değiştirilmesi veya güneş soğurma modellerinin değiştirilmesi mümkündür. Daha önce de belirtildiği gibi, atmosferin moleküler modifikasyonları gerçekleşebilir, böylece pozitif çevresel etkiler elde edilebilir. Bir atmosferik bölgenin moleküler bileşimini değiştirmenin yanı sıra, artan mevcudiyet için belirli bir molekül veya moleküller seçilebilir. Örneğin atmosferdeki ozon, azot vb.., konsantrasyonları yapay olarak arttırılabilir. (ozon deliği kapanmaya başladı haberini hatırladınız mı) Benzer şekilde, karbon dioksit, karbon monoksit, azot oksitler ve benzerleri gibi çeşitli kimyasal varlıkların parçalanmasına ve azaltılmasına neden olarak çevresel gelişme sağlanabilir. …………..… Seçilen yerlerde çeşitli amaçlar için yüksek yoğunluklu, iyi kontrol edilen elektrik alanları sağlanabilir.” Ve daha bir sürü amaç için kullanılabilecek bir teknoloji, diğer hususlar için konun tamamına bakabilirsiniz (diğer hususlarda çok önemli, dünyanın manyetik alanına müdahale, nükleer patlama olmadan ona eşdeğer simülasyonlar ve gerçekleştirebilme kapasitesi gibi vb..) Yukardakilerle birleştirilince çok anlamlı olmuyor mu ve pozitif etkiler diye bahsedilen hususların negatif amaçlar için de kullanılabileceği, sanırım yadsınamaz. Yine de negatif amaçla kullanılmaz diyorsanız, kullanılır mı kullanılmaz mı bunun cevabı için tarihe bakabilirsiniz.
Tabii bu teknolojileri kullanmak ve uygulamak için öncelikle yasal zemin oluşturulmalı ki kullanıcılar savaş suçu ile suçlanmasın. Bu yasal zeminleri etik ve ahlaki bazda oluşturmak için Harvard’daki bu konu ile alakalı projeleri ilgili web sayfalarında görebilirsiniz. İklim konusu ve ozon deliği bence bu konuda gerekli yasal zemini oluşturmak için gerekli bahaneyi verdi ve BM vasıtasıyla dünya devletleri ikna edildi ve ozon deliğini kapatmak gayesi ile bu teknolojiler 2019 ve içinde bulunduğumuz yıl itibari ile oldukça yoğun kullanılmaya başlandı ve hatta yeni konuların da denemesine geçildi. Nitekim AA haberinde gördüğünüz gibi ozon deliği de kapanmaya başladı.
Ne demişti TRUMP; “….elimizde inanılmaz silahlar var” , ayrıca Bill Gates; ” ….atmosfere tebeşir tozu serperek dünyayı sogutacağız” Bill Gates zaten Harvard’taki projenin sponsorlarından ve projelerden birisi de SO2 ( Sulfur dioxide-Kükürt dioksit) dışında alternatif olarak (calcium carbonate) tebeşir tozunu aerosol olarak kullanmaktan söz ediyordu ve hatta başka ne tür maddeleri kullanabiliriz araştırıyoruz diyordu. Aslında işin boyutu bu kadarla da kalmıyor çok daha fazlası var, burada bahsedilenler çok küçük bir kısmı ve bugün gündemde olan, bütün yaşananlar ve yaşanacak olanlar ile yukarda yazılanların çok yakın bağlantısı var.
Birde, Güneş Jeomühendisliği Araştırma, Yönetişim ve Halkla İlişkiler Üyesi iklim ve toplum alanında yüksek lisans ve mühendislik ve kamu politikası doktorası olan ve Güneş Jeomühendisliği çalışmalarına halkın katılımı ve iknasını sağlamak ile görevlendirilmiş Dr. Shuchi Talati tarafından sağlıklı bir gezegen ve daha güvenli bir dünya için bilim sloganı ile hareket eden Union Of Concerned Scientists web sitesinde yayınlanan gönderisindeki şu resme bakalım: Resim aslında çok açık herşeyi söylüyor, bir uçak stratosfere aerosol enjekte ederken, bir gemide tratosfere bulut oluşturuyor. Peki ne püskürtüyor bu uçak, zaten Kükürt dioksit sülfat aerosollü oluşturmak için SO2 püskürtüklerini ve bunu volkan patlamalarından öğrendiklerini söylüyorlar, yukardaki yazılarda bahsetmiştik, Gates de tebeşir tozu serpeceklerini söylemişti ayrıca Harvard’nın sitesinde de söylüyorlar ve yine Harvard ilgili çalışma birimi başka ne tür aerosolller enjekte edebiliriz araştırıyoruz ve deniyoruz diye açıkca söylüyor. Rivayete göre alimünyum, polimer gibi maddeler de kullanıldığı yönünde.
Yukarda resimde kükürt dioksitin SO4 önce sülfürük asite H2SO4 sonra su H2O ile nasıl sulfate aerosollerine dönüştüğü formülüze ediliyor. Ayrıca bulut oluşumu içinde Sodyum Klorür NaCI denizden sprey ile püskürtüldüğü resmedilmiş.
Sonuç olarak bu teknoloji ve çalışmalar ile neler yapılabilir; eğer bu teknoloji yanlış ellerde insanlığa yönelik bir silah olarak kullanılacak olursa, seçilen bir yada daha fazla bölgede iklim manüple ve kontrol edilebilir, atmosferin katmanları yukarı aşağı hareket ettirilebilir, çok sıcak yada çok soğuk iklimler, anormal hava hareketleri oluşturulabilir, yıkıcı yağmur ve rüzgar güçlerine ulaşılabilir, şimşek ve yıldırımlar oluşturulabilir, volkanlar ve deprem fayları uyarılabilir, çok büyük hacimde yeryüzeyinden buharlaştırma yapılabilir, deniz ve okyanusların dengesi bozulabilir, atmosfere enjekte edilen aerosoller ile dünyada ki canlı hayatı etkilenebilir ki insanlar bunu kirli hava olarak yorumluyacaklardır, güneş ışığının besin değeri olan dalga boyları geri uzaya yansıtılarak güneşin besin değeri kontrol edilebilir, GDO’lu tohumlar ile yetiştirlilen ve üretilen gıdalar ve suya katılanlar, her geçen gün doğal gıda ve sağlıklı su bulmamızı zorlaştırırken, en doğal kalmış soluduğumuz hava kalitesinden ve beslendiğimiz güneş ışınlarından mahrum kalmak dünya yüzeyindeki her türlü canlı hayatını etkileyebilir. Ayrıca her türlü iletişim engellenebilir, elektrikler ve enerji kaynakları kesilebilir, her türlü araç, sistem devre dışı kalması sağlanabilir, her türlü canlı özellikle beyin manüple edilebilir, bloke edilebilir, dolayısıyla her türlü canlı bir silah olarak kullanılabilecek şekilde kontrol edilebilir. Her türlü yakıcı ve yanıcı etki gösterilebilir. Dünya manyetik alanı değiştirilebilir, manüple edilebilir.
Gerçek ile algı, ne anladığımız ile gerçek, aynı mıdır? Bir kesime göre gerçek ile, bir başka kesime göre gerçek, farklı olabilir mi yada gerçek, bir kesime zarar verme potansiyeli taşırken, başka bir kesime menfaat sağlar mı?
Atilla İlhan’nın ‘Gerçeklik Savaşı’ kitabını yıllar önce okuduğumda kitabın ismi ilginç gelmişti ve bugün şu yaşadığımız olaylar neyin gerçek, neyin gerçek olmadığı noktasında kitabın ismini çok anlamı hale getiriyor. Gerçek olmayanı gerçek sanmak, o yönde algı oluşturmak, o yönde algıya kapılmak, hele bütün bunlara birde sanal dünya eklenir ve adına da sanal gerçeklik denirse! Bütün bunlar insanlık için bir tehdit olabilir mi? Sanırım olur, hele birde algı vasıtasıyla farklı özelliklere göre gruplanmış insanlara istedikleri gerçeği verirseniz.
Böylelikle farklı gerçeğe inanmış farklı gruplar oluşturulabilir mi? Bu gruplar istenilen yöne ve amaca yönlendirilebilir mi? Bu soruların cevabı sizin yorumunuza kalmış. Bireyin yada grubun kendisinde algı yolu ile oluşturulan o doğru, ancak bunu oluşturanlara ve bunu bir amaç için kullanacak olanlara fayda sağlar, onlar için doğru olmuş olur. Bunun için bu grupların yaptıklarının sonuçlarının kime yaradığına bakmak lazım.
Nasıl olur da bir birey yada bir grup kendi bindiği dalı keser, bu mümkün olabilir mi? Oluyor işte dünya tarihi bunun örnekleri ile dolu. Kendi bindiği dalı kestiğini düşünmüyor ki, tam tersini düşünüyor bunu yaparken. Yavaş yavaş gelişen olaylar ile farkındalık oluştuğu zaman da çok geç olmuş oluyor, iş işten geçmiş oluyor. Algılar ile oynayarak bütün bunların yapılabildiği ortada. Peki nasıl oluyor da bu başarılıyor. Bu kadar kolay mı gerçek olmayanı, gerçek olarak göstermek, hadi gösterildi bu kadar kolay mı kitlelerin buna inanması? Bilimsel çalışılırsa bunların yapılabildiğini gördük, hala da yapılıyor, kitlelerin retorik ile nasıl inandırıldığını önceki retorik yazısında bahsetmiştik. Bilmek ile inanmanın aynı şey olmadığını orada görmüştük. İkna etme ustası retoriğin bilimsiz inancı yaratanı mı, yoksa bilimi yaratanı mı kullandığını sorgulamış ve bilimsiz inancı kullandığını anlamıştık. Fakat nasıl oluyor da yine de akıl süzgeci devre dışı kalıyor ve topluluklar kendi lehine olan yerine, aleyhine olanı gerçek kabul ederek ona inanabiliyor, hem de topluluğun hatta halkın oldukça büyük kısmı? Hadi oluyor, fakat eğitimli kitlelerin bile retorik vasıtasıyla ikna edilmesi nasıl mümkün oluyor, hani eğitimli kitleler retorikten etkilenmezdi.
Halkları eğitim altında eğitimsiz bırakırsanız ve halkları oluşturan bireyleri ayrımcılık sonucu değişik isimler altında gruplara ayırırsanız yada cemaat yada klüp üyeleri haline getirirseniz çok rahatlıkla istenilen amaca yönelik etkilenebilirler ve her bir grubun algıları ile oynanarak farklı inançlara sahip olmaları sağlanabilr, üstelik her bir grup kendi inancını tek gerçek zanneder. Burada eğiitmsizlik en kritik noktadır. Bir halk eğitim gibi milli ve kendi kültürüne uygun olması gereken bir konuyu kendisini yok etmek isteyen yabancıların yönetimine bırakırsa, artık o toplumun akibeti tamamen o yabancıların insafına kalır. Bu duruma düşen halklar yok olmak istemiyorlarsa çözüm için tarihe bakmaları, çözümü tarihlerinde aramalılar, tabii ki bakacakları tarih gerçek olan gerçek tarih olmalı, gerçek sanılan değil.
Kültürlerini kaybeden milletler yok olmuşlardır. 05/06/2020
2018/11701 sayılı karar ile Kayseri ilinde yapılacak olan cevherden elektrolitik çinko metali üretim tesisi yatırımına proje bazlı devlet yardımı verilmesine ilişkin kararın yürülüğe konulması kesinleşmiştir. İlgili karar için tıklayabilirsiniz.
Yatırımcı firma tarafından öngörülen yatırım tutarı 1 100 700 000 TL, devletin söz konusu yatırım için sağlıyacağı destek aşağı yukarı buna yakın bir rakam, kesin hesap etmedim ama karar metninden hesaplayabilirsiniz. Gayet güzel yılda 120 000 ton çinko, 198 910 ton sülfürük asit üretecek ve 1020 + 20 kişiye iş sağlıyacak stratejik bir tesis kurulması kadar güzel bir şey olamaz herhalde.
1996 yılında özelleştirme idaresi tarafından satılan ÇİNKUR’u ülkemiz kaynakları ile yeniden kuruyoruz.
Etibank tarafından 1976’da işletmeye açılan Çinkur’un yıllık 38 bin ton çinko üretim kapasitesi vardı. 1996’da ÖİB tarafından 14 milyon dolara İranlılarca kurulan Kayseri Maden Metal’e satılan Çinkur’un 1999’da üretimi durduruldu. Kapandığı tarihte 35 milyon dolarlık borcu nedeniyle iflas ettirilen şirket, 13 defa satışa çıkarılmasına karşın alıcı çıkmadı. 14. satışta 4,6 milyon YTL’ye İpek Mobilya satın alındı. Yıllarca üretim yapamıyan tesis, alıcı firmanın gayretleri ile tekrar faal olmaya çalıştı ve çalışıyor. Herşeye rağmen tekrar faal hale gelmesi önemlidir.
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti arasında 23 Şubat 1945 tarihinde Ankara’da imzalanan ve Amerika Birleşik Devletlerinin 11 Mart 1941 tarihli kanununda yazılı yardımla ilgili esaslara ilişkin olan Anlaşmanın onanması hakkında kanun.
Antlaşma İmza Tarihi :23 ŞUBAT 1945,
TBMM Kabul Tarihi :02 TEMMUZ 1947, Kanun No:4780,
Yayınlandığı RG :10 Temmuz 1945 tarih, 6053 sayı
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti arasında 23 Şubat 1945 tarihinde Ankara’da imzalanan ve Amerika Birleşik Devletlerinin 11 Mart 1941 tarihli kanununda yazılı yardımla ilgili esaslara ilişkin olan Anlaşmanın onanması hakkında kanun.
Madde 1_ 11 Mart 1941 tarihli Amerika Birleşik Devletleri kanununda yazılı yardımla ilgili esaslara ilişkin olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti arasında 23 Şubat 1945 tarihinde Ankara’da imzalanmış olan Anlaşma hükümleri onanmıştır.
Madde 2 _ Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
Madde 3 _ Bu kanun hükümlerini Bakanlar Kurulu yürütür.
11 Mart 1941 kanununda derpiş edilen yardıma mütaailik esaslara dair Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti arasımda Anlaşma
Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin, harb halindeki bir dünyada mülki tamaımyetini ve hükümranlık haklarını koruyabilecek bir durumda bulunmasını temmen mili! müdafaa vasıtalarım takviye etmek İstemesine; Ve, Amerika Birleşik Devletleri Reisi Cumhurunun, Kongrece isdar kılman 11 Mart 1941 tarihli kanuna tevfikan, Türkiye Cumhuriyeti müdafaasının Amerika Birleşik Devletleri müdafaası için hayati ehemmiyeti haiz olduğunu 7 Kasım 1941 de tesbit etmiş olmasına; Ve, Amerika Birleşik Devletlerinin Türkiye Cumhuriyetine müdafaa vasıtalarının tevsii içm yardımını teşmil ettiğine ve etmekte devam eylemekte bulunduğuna; Ve, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin bu yardımdan istifade etmesine esas olan kayıt ve şartlarla bilmukabele Amerika Birleşik Devletlerince temin edilecek menfaatlerin nihai şekilde tâyini keyfiyetinin, yardımın şümulü beiırmeıye kadar ve Amerika Birleşik Devletleriyle Türkiye Cumhuriyetinin karşılıklı menfaatlerine uygun ve dünya sulhunun tesis ve idamesine hadim nihai kayıt ve şart ve menfaatlerin hâdiselerin inkişafı ile daha vazıh bir surette belireceği âna değin, tehiri muvafık olacağına; Ve, Amerika Buleşik Devletleri Hükümeti ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin, işbu yardımın teminine mütedair ve ânifulbeyan kayıt ve şartların tesbıtinde nazarı itibara almacak bazı mülâhazalar hakkında şimdiden bir iptidai anlaşma akdini mütekabllen arzu etmeleri üzerine böyle bir Anlaşmanın akdine her hususta usulü veçhile salâhiyet verilmiş ve bunun akdine takaddümen gerek Amerika Birleşik Devletleri gerekse Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına tevfikan ifa, istikmal veya icrası muktazi bilcümle icraat şerait ve muamelât usulü dairesinde ifa, istikmal ve icra edümiş olmasına binaen; Aşağıda imzası bulunanlar, kendi Hükümetleri tarafından bu maksatla usulü dairesinde salâhiyetdar kılınmışlar ve âtideki hususları karar altına almışlardır :
MADDE _ 1
Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine, Amerika Birleşik Devletleri Reisicıımhurunun devir veya tedarikine salâhiyet vereceği müdafaa maddelerini, müdafaa hizmetlerini ve müdafaa malûmatım vermeğe devam edecektir.
MADDE _ 2
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, tedarik edebilmek vaziyetinde bulunduğu ve müsaade edebileceği maddeleri, hizmetleri, suhuletleri veya malûmatı Amerika Birleşik Devletlerine temin edecektir.
MADDE _ 3
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Amerika Birleşik Devletleri Reisicumhurunun rızası olmadan, Amerika Birleşik Devletleri Kongresi tarafından ısdar kılman 11 Mart 1941 tarihli kanun veya bunun maddelerinin hükümlerine tevfikan kendisine devredilen herhangi bir müdafaa maddesi veya müdafaa malûmatının mülkiyet veya züyedliğini devretmiyecek, veya bunların Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin memuru, müstahdemi veya ajanı olmıyan herhangi bir kimse tarafından kullanılmasına müsaade etmiyecektir.
MADDE _ 4
Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin, herhangi bir müdafaa maddesi veya müdafaa malûmatının kendisine devri neticesinde, işbu müdafaa maddesi veya müdafaa malûmatı üzerinde patenta hakkı bulunan Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarından birine alt haklardan herhangi birinin tamamlyle korunması zımnında herhangi bir tediye veya muamelede bulunması icabederse, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti böyle bir muamele veya tediyeyi Amerika Birleşik Devletleri Reisicumhurunun talebi üzerine ifa edecektir.
MADDE _ 5
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Amerika Birleşik Devletleri Reisicumhurunca tâyin edileceği veçhile halihazırdaki fevkalâde hal nihayet bulduğu zaman, işbu anlaşmaya tevfikan kendisine devredilmiş olan müdafaa maddelerinden imha, zayi veya istihlâk edümemiş bulunacak veya Amerika Birleşik Devletleri Reisicumhuru tarafından •Amerika Birleşik Devletleri veya Garp yarımküresi müdafaasına elverişli olduğu veya Amerika Birleşik Devletlerinin başka bir şekilde İşine yarıyacağı tesbit edilecek olanları Amerika Birleşik Devletlerine iade edecektir.
MADDE _ 6
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından Amerika Birleşik Devletlerine temin edilecek olan menfaatlerin nihai tesbitinde, 11 Mart 1941 tarihinden sonra Türkiye Cumhuriyeti Hükümetince temin edilen ve Amerika Birleşik Devletleri Reisicumhuru tarafından Amerika Birleşik Devletleri namına kabul veya tanınmış olan bilcümle mülkiyet, hizmet, malûmat, teshilât veya diğer menafi veya hususat bitamamiha nazarı itibara alınacaktır.
MADDE _ 7
Kongrece isdar kılman 11 Mart 1941 tarihli kanuna ve bunun mu addel şekline tevfikan temin edilen yardıma mukabil Amerika Buleşik Devletlerine Türkiye Cumhuriyeti Hükümetince temin edilecek menfaatlerin nihai tesbitindeki kayıt ve şartlar, iki memleket arasınd, kı ticarete yük olmayacak, bilâkis ikisi arasında mutekabilen nafı iktisadı münasebatı teşvik eyliyecek ve cihanşümul iktisadi münasebatın ıslahına yarıyacak mahiyette olacaktır. Bu maksatla mezkûr kayıt ve şartlar; bütün milletlerin hürriyet ve refahının maddi temelleri ol m istihsal, istihdam, ve malların mübadele ve istihlâkinin münasip beynelmilel ve dahilî tedbirlerle tevsiine ve beynelmilel ticarette her türlü farklı muamelenin bertaraf edilmesine, gümrük tarifelerinin ve diğer ticari engellerin tenzil ve tahfifine, umumiyetle 14 Ağustos 1941 Müşterek Beyannamesinde Amerika Birleşik Devletleri Reisicumhuru ile Birleşik Kırallık Başvekili tarafından ilen sürülen bilûmum iktisadı gayelerin tahakkukuna matuf olmak üzere Amerika Birleşik Devletleıı ve Türkiye Cumhuriyeti arasında müştereken kararlaştırılmış tarzı hareketi derpiş eden ve aynı tarzda düşünen bilcümle diğer milletlerin de iştirakine açık bulunan hükümleri ihtiva eyliyecektir. Yukarda tasrih edilen gayelere, kendi aralarında müştereken kararlaştırdıkları tarzı hareketle, varmak ve aynı tarzda düşünen diğer Hükümetlerin de müşterek tarzı hareketlerini temin etmek maksadiyle, hâkim olan iktisadi şartlara göre en münasip vasıtanın tesbiti zımnında İki Hu kümet arasında münasip görülecek yakın bir zamanda görüşmelere bdş Ianacaktır
MADDE _ 8
Şurası tabii mukarrerdir ki, Anlaşma ahkâmının icrası hususunda her Hükümet kendi Anayasasının usullerine tevfikan hareket edecektir
MADDE _ 9
İşbu Anlaşma bugünkü tarihten itibaren mer’i olacaktır. İki Hükümet taraf ından müştereken tesbit edilecek bir tarihe kadar meriyette kalacaktır. Ankara’da 1945 senesi Şubat ayının 23 üncü günü, her İki metin muteber olmak üzere, İngilizce ve Türkçe İkişer nüsha olarak tanzim edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Amerika Birleşik Devletleri Hariciye Hükümeti Namına Bakanı Hükümeti Namına Amerika Birleşik Devletleri Ankara Büyük Elçisi
Bilmek ile inanmak, bilim ile inanç aynı mıdır, yoksa farklı şeyler mi? Peki bir yanlış, bir de doğru bilim var mıdır? Yoktur değil mi. Demek ki, bilmek ve inanmak aynı şey değildir. Bununla birlikte, inananlar da, bilenler kadar ikna olmuşlardır. Öyleyse biri bilimsiz inancı, öteki de bilimi yaratan, iki çeşit ikna kabul edebiliriz.
Amacı ikna etmek olarak yetiştirilen hatip ve uzmanlar, projelerde, toplantı yerlerinde yada halka hitap ederken retorikten faydalanırlar, zaten hatipler birer retorik uzmanı olarak yetiştirilirler. Peki retorik doğru ile yanlışa ilişkin olarak ilk paragrafta sözü edilen iki ikna yolundan hangisini kullanır acaba? Bilimsiz inancı yaratanı mı, yoksa bilimi yaratanı mı? Elbette ki inancı yaratanı. Bundan çıkan sonuca göre retorik, doğru ile yanlış üstüne bilgi veren, bir ikna etme ustası değil, inandıran bir ikna etme ustasıdır. Retoriği kullanan hatip, hitap ederken doğru ile yanlışı öğretmez, yalnızca oradakileri inandırmaya çalışır. Hem zaten amaç ta bilgilendirmek değildir.
Retoriği daha iyi anlamak için irdeleyelim; diyelim bir şehirde halkın sağlığı korumak için bir komisyon kurulacak olsun ve bunun başına da seçimle gelecek bir başkan atansın. İki aday olduğunu varsayalım; bu iki adaydan birisi hekim diğeri hatip olsun. Sizce hangi aday kazanır. Hekim mi, Hatip mi? Bilimsel olarak bakarsak hekim olmalı değil mi, fakat iyi bir hatip isterse hekimi alt edip kendisini seçtirmeyi bilir. Aynı şekilde, başka bir zanaatkar ile rekabete girdiğinde de, emin olabilirsiniz ki hatip yine kendini seçtirecektir; ne de olsa konuşma ustası olan hatip, topluluk önünde herhangi bir zanaatkardan daha ikna edici bir biçimde konuşur. İşte retoriğin gücü de yapısı da budur. Bu hali ile de en etkili silah olarak kullanılabilir.
Hiç kuşkusuz hatip herkesle her şey hakkında konuşabileceği için, istediği hemen her konuda karşısındakini herkesten çok ikna edebilir. Ama bu ona, hekimlerin ve öteki zanaatkarların itibarını yok etme yetkisi vermez; tam tersine insan, retoriği doğrulukla kullanmalıdır. Ama retorik sanatında ustalaşmış biri, gücünü ve sanatını kötülük yapmak amacıyla kullanırsa, kockoca bir halkı tahrip edebilir hatta yok edebilir. Bu da onu etkili bir silah haline getirmektedir, dolayısıyla halklar kendilerini korumak ve savunmak istiyorlarsa, bu silaha karşı da önlem almalıdırlar.
Eğer bu hatipler, bir ülkeyi yönetiyorlarsa ve bir konuyu incelerken aralarında görüş farkları çıkarsa, ele aldıkları konuyu tanımlamakta ve konuşmayı hem kendilerini hem de başkalarını aydınlatacak biçimde bitirmekte ne kadar güçlük çektiklerini görürsünüz. Ama çekişmeye başlarlar da içlerinden biri ötekine yanıldığını ya da açık seçik konuşmadığını söylerse, öfkelenirler ve kendilerine kıskançlık nedeniyle karşı çıkıldığını düşünürler; tartışma da sorunların incelenmesinden çıkıp kavgaya dönüşür.
Hatta bazıları sonunda, kaba adamlar gibi, öylesine küfürler edip çirkin sözler söyleyerek birbirlerinden ayrılırlar ki, orada bulunanlar böyle bir tartışmaya katıldıkları için kendilerine kızarlar.
Hatipler kalabalığı (halkları) eğitecek biçimde değil de, ikna edecek biçimde yetiştirilebilirler, konu sağlık bile olsa hatibin, hekimden daha ustalıkla ikna edebileceği örneğini yukarda açıklamıştık. Yalnız hatip ancak bilgisiz kalabalıklar önünde etkilidir, bilgili insanlar önünde hatip kuşkusuz hekimden daha az ikna edici olacaktır. Öyleyse hatip ikna etmekte hekimden daha becerikliyse, bilgisizler önünde konuşan bilgisiz de bilgiliden daha beceriklidir, ikna etmekte. Bundan böyle bir sonuç çıkabilir. Böyle bir sonuç kaçınılmazdır, en azından bu durumda. Bütün öteki sanatları ele aldığımızda, hatibin ve retoriğin üstünlüğü hep aynı üstünlük değil midir? Bilgisizlerin önünde bilgililerden daha bilgili görünmek için retoriğin bir takım şeylerin gerçekte ne olduğunu bilmeye gereksinmesi yoktur. Retorikten başka bir sanat öğrenmeden, bütün öteki sanatların ustalarıyla baş edebilmek büyük bir kolaylıktır, halkları yönetmekte. Böylece halkları istediğiniz gibi yönetirsiniz, bu sanatı öğrettiğiniz kişileri kullanarak koskaca bir halkı istediğiniz yöne yönlendirebilir hatta halkın kendi kendini imha etmesini bile sağlıyabilirsiniz. Gördünüz mü ne büyük bir silahtır retorik. Peki o zaman retorik kötü bir şey midir, nasıl kullandığınıza bağlıdır, aslında fayda sağladığı kişiye yada kişilere iyi, zararın çıktığı topluluğa kötüdür. Onun için halkların bilgili olması kendi kendini bilgilendirmesi önemlidir, halklar retoriğe karşı uyanık olmalı, kendini korumalıdır.